Lütfen yazıyı okumaya başlamadan şu şarkıyı açar mısınız.. Bu yazıyı yazarken bana iyi gelmişti.. Dilerim size de okurken UMUT verir… (Fahir Atakoğlu, UMUT)
Güven içinde yaşarsınız
Ilık evlerinizde,
Bulursunuz, akşam döndüğünüzde,
Sıcak aş ve dost yüzler:
Düşünün bu da bir insan mıdır
Çamurlarda çalışır
Barış nedir bilmez
Savaşır bir dilim ekmek için
Kal de kalır öl de ölür.
Düşünün bu da bir kadın mıdır,
Ne saçı var ne adı
Hiçbir şey anımsayacak gücü yok,
Gözleri bomboş ve kucağı buz kesmiş
Bir kış kurbağası gibi.
İyice kafa yorun bu konuda:
Size söylüyorum bu sözleri.
Çıkarmayın onları kalbinizden
Yuvanızda, sokakta,
Yatarken kalkarken;
Yineleyin onları çocuklarınıza,
Yoksa yıkılsın eviniz başınıza,
Hastalıklar sakat bıraksın,
Dilerim çocuklarınız bakmaz bir daha yüzünüze.
Primo Levi
Onlarca film çekildi, yüzlerce kitap, binlerce şiir yazıldı Auschwitz’e… Kimi Almanlara yüklendi, kimi Hitler’e… Öyle çok, öyle sık, öyle ısrarla anlatıldı ki unutulmasın diye!
Tarihin karanlık sayfalarına kapkara bir leke olarak düştü Auschwitz… Unutulmasa da hesabı sorulamayan bu kanlı dönemi defalarca farklı kaynaklardan okumuş, izlemiş, dinlemiş olsanız da, bahsedeceğim kitapları okumadan “sıkılmayın” lütfen…
Çizgili Pijamalı Çocuk…
Adı nasıl da eğlenceli gelmişti bana; sanki uyumadan önce çocuğuma okumam gereken bir afacanlık hikayesi gibi…
Oysa kitabın kapağına basılmış mavi çizgili kumaşı fark ettiğimde duyduğum ürpertiyi sözlerle anlatamam..
Çünkü Auschwitz’i gördüm…
Ve orası hiç de eğlenceli değildi…!
***
Polonya’nın eski başkenti Krakow yakınındaki bu kasabayı gördüğümde 22 yaşındaydım. Bu konuda daha önce hiç film izlememiş, kitap okumamış ve kimseden olanları dinlememiştim…Yani bu konuda tam bir “kara cahil”dim… Kampın girişinde, “Arbeit macht frei” (Çalışmak özgür kılar) yazısının altında dururkenki boş bakışlarım da işte sırf bu yüzdendi…
Kampı gezerken gördüklerimi anlamlandıramıyordum..Buz gibi kahverengi tuğlalardan yapılma barakalarda müzeler vardı… Ve müzelerde, çığlığı kulakları sağır eden bir tarih… Her odayı gezdim.. Her yeri… Kilometrelerce yürüyerek getirildikleri kamp, daha uzaklardan gelenleri taşıyan raylar, yaşadıkları barakalar, işkence gördükleri örme kuyular, kurşuna dizildikleri duvarlar, eksi 40 derece soğukta yalın ayak çalıştırıldıkları yerler, buz gibi tazyikli sularla yıkandıkları banyolar, sürü gibi tıkılarak siyanürle zehirlendikleri odalar, ve yakıldıkları fırınlar…
Benimle beraber gezen yüzlerce insan ağlıyordu bu manzaraya bakarken.. Aramızda Japon da vardı, Alman da, müslüman da, yahudi de, hıristiyan da.. Herkes, hiç görmediği bilmediği bu insanların gördüğü işkenceler karşısında yıkılıyordu, onları hangi dinden ve ırktan olurlarsa olsunlar duayla anıyorlardı…
Beni ise müzelerin ikisinde gördüğüm şeyler darmadağın etmişti:
Biri, kampa toplanan kadınların saçlarını tamamen kazıyıp, bu saçlardan kumaş dokumaları ve bunlarla Alman tekstil sanayisine katkıda (!) bulunmalarıydı.. Bir salon dolusu saç yığını tiksinti değil içimde birbiri ardına patlayan isyanlar yaratıyordu…
Diğeri ise…
Kamptakilerin ayakkabılarının toplanıp yığıldığı bölüme camın arkasından bakarken gözüme çarpan bir ayakkabı… Binlerce kahverengi-siyah ayakkabıdan yapılma bu dağa bakarken boğazıma bir yumru, karın boşluğuma bir yumruk gibi oturan; taşları düşmüş, kordelası kopmuş, rugan derisi soyulmuş minicik bir kız çocuğu ayakkabısı…
Tek başına duruyordu hem de…
Annesini kaybetmiş gözü yaşlı bir küçük kız çocuğu gibi..boynu bükük ve çıldırasıya hüzünlü…
Oradan ayrılırken çok etkilendiğimi düşünmüştüm ve asla unutmam sanmıştım…
Yanılmışım…
Duymadığım, görmediğim, yaşamadığım ve kimseden dinlemediğim bu şeylerin olup bittiği bu yeri sadece “müze” gezer gibi gezmiştim çünkü… Oysa 2006’da gördüğüm her şeyi yıllar sonra Primo LEVİ’den okuduğumda anladım ki gördüğüm her şey sadece kartpostallardan ibaretmiş zihnimde.. Oysa artık capcanlı bir anı gibi aklımda ve kalbimde…
Kamptan kurtulabilen 24 kişiden biri olarak, 1944te, yani kampın son yılında kampa alınmış olmasına “tek şansım” diyor Primo Levi. Ve 10 ay boyunca kampta yaşadıklarını süssüz püssüz ama bir kor ateşin üzerinde yalın ayak yürüyormuşçasına canımızı yakan dille anlatıyor. Yine de beni sarsan, o sadelik değil, gerçeklikti.. Anlattığı her şeyi bizzat yaşamış olması…
“Eğer bir kaç yıl daha uzun sürseydi bu savaş, yepyeni bir dil yazılacaktı” demiş Levi.
Evet. Haklı! Çünkü O’nun orada yaşadığını söylediği soğuğu ve açlığı ve çaresizliği ve yalnızlığı anlatmaya bu bizim günlük kullandığımız kelimeler kafi gelmez. Daha acımasız, daha karanlık, daha soğuk kelimeler gerek!
***
Evet, anlamamıştım gördüklerimi: tıpkı Bruno’nun Shmuel’in yaşam şartlarını anlamadığı gibi…
“Yetti artık” demişti Shmuel’e. “Burada üşütüp hasta olacağım, eve gitmem gerekiyor!”
Bruno…9 yaşındaki bu kaşif, Auschwitz’in minicik esirine bu cümleyi söylerken, Shmuel ile “üşümek” kelimesinin anlamı konusunda ne kadar farklı tecrübelerinin olduğunu bilmiyordu elbet… Bu Bruno’nun suçu mu peki? Hayır tabii ki.. ama bilmiyordu işte.. anlamıyordu da… kimse anlayamaz!
***
Çizgili Pijamalı Çocuk’u okurken o kırmızı ayakkabı bir an olsun gözlerimin önünden gitmedi…
Primo LEVİ’nin yaptığı gibi kitap boyunca yaşadığı gerçekleri suratıma çarpıp beni sersemletmese de, kurgusu, duygusallığı ve etkileyici sonuyla beni aldı bu kitap da…
Özellikle kitabı okuduktan sonra izlediğim filminin son sahnesinde “kanım dondu”..Mübalağa yok.. sonunu bildiğim halde merakla beklemiştim ki beklediğime değen bir son çekmiş yönetmen…
***
Auschwitz anlatıldı ama biz onu asla anlayamayacağız.. Tam anlamıyla anlamak isteyebileceğimizden de emin değilim, çünkü O’nu anlamak için, yaşamak gerek..
Yaşayanların çoğunun da neden”normal” insanlar gibi gülüp, yiyip, uyumaya ve çalışmaya, yani yaşamaya devam edemediği ve bizlere ders verircesine yaşamlarına kıydıkları da yine bizim anlamlandıramayacağımız derinlikte bir gerçek..
***
Yazıma Çizgili Pijamalı Çocuk’un arka kapağındaki iyi dilekle son vermek istiyorum:
“Ve er geç Bruno ile birlikte bir tel örgüye varacaksınız. Böyle tel örgüler dünyanın dört bir yanında var. Umarız asla rastlamak zorunda kalmazsınız.”
***
Kitap: Çizgili Pijamalı Çocuk, John Boyne,2007
Kitap: Bunlar Da Mı İnsan, Primo LEVİ, 1947
Film: Çizgili Pijamalı Çocuk, Yön: Mark Herman, 2008
***
Auschwitz hakkında daha fazla bilgi için: tr.wikipedia.org/wiki/Auschwitz-Birkenau
***
Hadi eyvallah…
Esra
Anlattıklarınız aklıma piyanist filmindeki sahneleri getirdi. Yaşananların en hafifletilmiş halini gösterse de film beni çok ama çok etkilemişti. Önerdiğiniz kitapları en kısa zamanda okuyacam herkes bilmeli öğrenmeli bence..
Mine Mutlupoyraz Ataş
Olanları filmlerden izlemek de çok başka elbet.. çünkü insanların yüzleri ve dahası içimize işleyen müzikler var.. Ama kitapları da okumak istemenize çok sevindim. İyi okumalar diliyorum..Böyle bir konu ne kadar iyi bir ruh haliyle okunabilirse 🙁
meliha atıcı
”Ayakkabım yok diyerek ağlıyordum ta ki ayakları olmayan bir çocuk gördüm… ”ne kadar boş geliyor şuan dert zannettiklerim bu okuduklarımın yanında…. kimse o yaşanılanları yaşamadan anlayamıyor.baştan sona kadar tüylerim ürpererek okudum bu yazıyı eline yüreğine sağlık.
Mine Mutlupoyraz Ataş
Çok şükür ki yaşamadık bunları, inşallah yaşamayız da..kimse yaşamasın..