Merhaba gezi tutkunları!:)
İlk gezi yazımı son gezdiğim yerle ilgili yazmayı seçtim!
Yani Kuzey’in Venedik’i, Rusya’nın Müzeler Şehri, Deli Petro’nun bataklıklar üzerine inşa ettirdiği 200 yıllık başkent: St. Petersburg!
300 yılı aşkın bir süredir Rusya topraklarında gümüş bir miğfer gibi parlayan St. Petersburg, Rusya’nın 2., Avrupa’nın ise 4. büyük kenti! Baltık Denizi’nin karaya kavuştuğunu sandığı yerde, aslında Neva Nehrinin kollarının usulca parçaladığı tam 42 adadan oluşan bir kanal kent! Öyle ki Amsterdam ve Venedik’tekilerden daha fazla kanal ve köprüye sahip olduğu söyleniyor…
St. Petersburg’la ilgili en sevdiğim şey; tarih dinlemekle aram hiç iyi olmamasına rağmen, şehrin kuruluş serüveni oldu. Tabi ki bunda bizim nam-ı diğer (ya da nam-ı diyar emin değilim;) ) Deli Petro’nun çılgınlıklarının da rolü büyük:)
Çar I. Petro, bir saray darbesiyle yönetime el koyduğunda sadece 17 yaşındaymış. 26 yaşında da abisinin ölümüyle ülkenin tek hakimi olmuş. İşte ne olduysa ondan sonra olmuş:)
Avrupa’ya bilim, sanat, ve askeri anlamda keşfe gönderdiği seçkin kişilerden, Avrupanın bir çok konuda Rusya’ya üstün olduğunu öğrenmiş, her alandaki geri kalmışlıklarından sıyrılmak için de işin kolayına kaçmış:) Yani ne yapmış örneğin: İncelemek istediği her Avrupa ülkesine, yanında bir ressam ve bir mimarla gitmiş. Nerede neyi beğendiyse “Derhal bu eser çizile, ve aynısı Petersburg’a yapıla” diye buyurmuş🙂 Gerçekten de yapmışlar!! Bu yüzden, Avrupa’nın neresinden gelirlerse gelsinler, turistler mutlaka kendi ülkelerindeki ünlü bir esere birebir benzeyen bir tane buluyorlar ve “aaa aynı bizimkinden!” diye şaşırıyorlar:) Şu köprünün Paris Eiffel Kulesinin devrilmiş hali olduğunu düşündükleri gibi:)
Şehir kocaman!
Şehir birbirinden görkemli binaların her bir duvarında, anneannemin çeyizindeki iğne oyalarının zarafetini taşıyan işlemeleriyle ağırlıyor gelenleri!
Şehir ,yutmuyor insanı İstanbul gibi, korkutmuyor… O kadar düzenli ki, hiç dil bilmeseniz de kaybolmak için çaba sarf etmeniz gerekiyor. Hoş, dil bilseniz de, Rusça bilmiyorsanız pek bir anlamı yok, çünkü İngilizce konuşma oranı çoook düşük bir ülke…
Eğer benim gibi bir sanat aşığıysanız, ülkenin en büyük, Avrupa’nın ise ikinci (Louvre Müzesinden sonra geliyor) en büyük müzesi olan Hermitage (Ermitaj) Müzesi kaçırılmaması gereken bir “harikalar diyarı”!
3 milyona yakın esere sahip oluşu ve en fazla tabloyu bünyesinde barındırmasıyla Guinness Rekorlar Kitabına girdiği yaygınca bilinen tarafları… Ben ise size şunu söyleyeceğim altını çize çize:
“15-20 euro daha az veririm kendim gezerim müzeyi, ne var ki” yanılgısına sakın düşmeyin! Tabi ki sadece binanın mimari yapısını görmeye gitmiyorsanız:) Bir rehber eşliğinde gezilmedikçe ne Rusya’nın/ Petersburg’un tarihi, ne Rusların kültürleri, yaşayışları, savaşları, yani karakterleri konusunda bir şey öğrenebilirsiniz, ne de Rembrandt, Da Vinci, Kandinsky, Goya gibi tarihin dünyaya hediyesi sanat duayenlerinin eserleri hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Ama yineliyorum, gerçekten “sanat”a merakınız varsa bunlar önemlidir:)
Örneğin 1452 doğumlu Da Vinci’nin ilk önemli eserlerinden sayılan Hz. İsa ve Hz. Meryem’in resmedildiği “Madonna and Child”, döneminde fazlasıyla olumsuz eleştirilere maruz kalmış. Neden? Çünkü, iki önemli yanlış görülmüş resimde: 1.si anne Meryem’in fazla çocuksu resmedilmiş olması, yani annesinden çok ablası gibi duruyor olmasıymış. 2.si ise, Hristiyanlıkta kutsal kişi ve varlıkların resmedilmesinde kırmızı rengin önemli olduğunu Da Vinci’nin unutmuş olması ve bu resimde hiç kırmızı kullanmamış olmasıymış. Tabi ki bir bilim ve sanat dehası olan Da Vinci bir sonraki eserinde hemen hataları düzeltmiş, hem de en azından simaen çoğumuzun bildiği “Madonna Litta” tablosunla!
Aşağıdaki tabloların hikayelerini de rehberinizden ilgiyle dinleyeceğinize eminim!:)
St. Petersburg’a gitmeden önce-turla gidecek olmamıza rağmen- nereler gezilmeli/ akşamları neler yapılmalı konusunda derin araştırmalar yapmıştım. Bu yüzden herkesin aynı tarihi yerleri tavsiye ettiğine tanığım! Bu yüzden gezi konusunda benden bir adım önde giden arkadaşlarımı tekrar etmeyeceğim size.
Benim size 5 tane tavsiyem var Hermitage’dan sonra:)
1.si İsveç’e karşı kazanılan başarı üzerine yaptırılan, 607 hektar arazi üzerine kurulu, 64 çeşme ve 142 fıskiyesiyle Büyük Petro’nun mütevazi (!) yazlığı: Peterhof Sarayı!
Yukarıdaki fotoğrafta sarayın karşıdan görünüşü var..Büyük çeşmenin suyunun Baltık denizine doğru aktığı su üzerinde bir minik köprüden bu foto…
Bu karede ise Petro’nun İsveç’i yendiğini sembolize eden heykel var, sarayın tam önündeki görkemli Büyük Çeşme’nin tam ortasında…
2.si The Kupetz Eliseevs Food Hall adındaki, hem hareketli kuklalarla dolu vitrini, hem iç dekorasyonuyla gözlerinizi alamayacağınız bir kafe (kafe diyorum da, pastane-şarküteri ve envai çeşit içecek de satan bir yer aslında:)
**
Mübalağasız yüzlerce çeşit tatlı-pasta-çikolatadan birini-hatta bir kaçını-seçip , piyanisti olmadan yani kendi kendine çalarak müzik ziyafeti veren şık bir piyano eşliğinde bu ışıl ışıl ve lüks Rus pasta kafesinde bir öğleden sonra kahve keyfi yapabilirsiniz.
3. tavsiyem: Adını Rus diplomat, aristokrat ve asker olan Count Pavel Stroganov’dan alan bu yemeğin hikayesi de kendi kadar güzel.
Zamanının önde gelen isimlerinden birisi olan diplomatın bir gün 20 kişilik bir yemek daveti varmış. Davet günü, gelenlerin 40 kişi civarında olacağını öğrenince paniğe kapılıp “napıcaz napıcaz, rezil olduk, bu et asla yetmez ” diye sızlanan aşçılarla şöyle bir konuşma geçer aralarında:
S:etimiz var mı?
A: evet efendim
S: onları ince uzun dilimler halinde doğrayıp pişirin. Başka neyimiz var?
A: mantar, efendim
S: mantarlı krema hazırlayın ve tavugu ekleyin.Yemek çoğalacaktır. Başka ne var?
A: patates, efendim:
S: onu da püre yapın ve yemeğin yanında servis edin.
İşe yaramış, 40 kişiye döke saça yetmiş yemek:) ama zavallı aristokrat başına almış belayı: yemeğin ünü öyle yayılmış ki, her hafta katlanarak büyüyen bir misafir kitlesini ağırlamak zorunda kalmışlar:)
Not: Biz bu şık akşam yemeğini, servis aralarında garsonlarının şarkı söyleyip dans ederek müşterilerini eğlendirdiği güzel bir Rus Restoranında yedik. Mantar seviyorsanız bu tadı kaçırmayın derim:)Mekanın ismi Rusça olduğu için yazamıyorum:) Telefon numarası vereceğim ama, belki tur rehberinizden yardım alabilirsiniz! Tel: +7 921 596 64 56
4.sü elbette ki amber- bizdeki adıyla kehribar taşı. İster kendinize, ister sevdiklerinize düşünün, sanırım Rusya’dan alabileceğiniz, en oraya dair ve en lüks hediye bu olurdu:)
Ben karışık bir rengi tercih ettim. Beyaza yakın sarı, koyu sarı ve kırmızı tonları da bulunuyor.
5. ve son önemli tavsiyem ise bir “Rus balesi” izlemenizdir. Rusya’ya, St. Petersburg’a, hem de bale festivalinde (Ağustos ayında) gidip, Çaykovski’nin Kuğu Gölü’nü izlemeden dönmek olmazdı.
Bir gecemi buna ayırdım; dünyaca ünlü Mariinsky Tiyatrosunda önden 2. sıradan izleme fırsatı bulduğum 2 saat 40 dakika süren bu büyüleyici performans bittiğinde ben de bitmiştim, çünkü resmen saatlerce nefesimi tutmuşum gibi yorulmuştum.
Dansla bu kadar iç içe bir yaşamım varken, nasıl oldu da ben ilk kez, 31 yaşımda bale izleyebildim diye de kendime çok kızdım..Nasıl bu kadar geç kalabildim..?..Hala kızgınım bu konuda!:)
İşte böyleeee:)
İlk gezi yazımın sonuna geldik. Gezmek çok güzel..Yeni yerler görmek, yeni kültürler tanımak, yeni hayatlar.. Ve bence en güzel yanı ne oluyor biliyor musunuz bu kültür turlarının; insanın ufku genişliyor.. Eğer mayası da iyiyse insanın, daha geniş gönüllü, daha önyargısız, daha anlayışlı oluyor herkese ve her şeye karşı…Daha çok “olağan” karşılıyor insana dair şeyleri..
Kazanabildiğimiz 3-5 liranın 3-5 kuruşuyla hep yeni bir yerler görebilmek dileğiyle…
Hadi eyvallah:)
Not: Bu muhteşem tur’un organizatörlüğünü yapan Adana BOYVADAOĞLU TURİZM’e sonsuz teşekkürler! 🙂
*Görsel mappery.com adresinden alıntılanmıştır.
**Görsel wikipedia.org adresinden alıntılanmıştır.
Bir cevap yazın